Hukuk işlevsel yönüyle, bir arada yaşayan insanların ve onları yöneten iradenin uyması gereken kurallar dizgesi olarak tanımlanabilir. Ancak, hukuku, egemen sınıfın toplum üzerinde baskı kurmak üzere kullandığı bir araç olarak da nitelendirenler olduğunu biliyoruz. Bu açıdan, hukukun sadece, egemen sınıfın amaçları için kullandığı bir baskı aracı olup olmadığı sorusunun yanıtlanması önem kazanmaktadır.
Hukuk bu şekilde anlamlandırıldığında, hem kurallar dizgesi olarak, hem kurumları bakımından iktidarın kullandığı bir araç olarak görülebilir. Gerçekten de, totaliter/otoriter yönetimlerin, baskıyı sürdürmek için pozitif hukuk metinlerini katı bir biçimde düzenledikleri, kuralları uygulayan kurumları buna göre yapılandırdıkları, bazı kavramları kutsallaştırdıkları, dokunulmaz alanlar yarattıkları bilinmektedir.
Totaliter/otoriter yönetimlerin ortaya koydukları böylesi bir hukuk anlayışında yasallık bakımından bir sıkıntı yaşanmasa da, meşruluk sorunu yaşanacağı açıktır. Hukuku salt pozitivizme indirgeyen bu anlayışa günümüzde hukuk demek artık mümkün gözükmüyor. Gerçi egemen sınıfın, kendi hükümranlığını sürdürmek için değişen koşullara uyum sağlama yeteneği olduğu gizli - saklı değildir. Bu çerçevede hukuku, kadife bir eldiven gibi kullanma becerisi olduğu bilinmektedir. Ancak, hukuk adalet duygusundan kopartıldığında, geriye hukuk adına bir şey kalmayacağı göz ardı edilmemelidir. Çünkü tek tek bireylerden ve toplumun kamusal vicdanından, adalet duygusu ve arayışını söküp atmak olası değildir. Hukuk ve adalet idesi özdeşliği bundandır.
Günümüzde adalet kavramı sadece bir duygu olarak değil, yerine getirilmesi gereken bir talep olarak toplumsal yaşamın sürdürülmesinde vazgeçilmezliğini korumaktadır ve koruyacağı da açıktır. Bu nedenle, insanlarda ve toplumda adalet duygusu var oldukça, hukuku sadece baskı aracı olarak görmek doğru ve gerçekçi gözükmemektedir. Yönetici sınıfın ve iktidardakilerin adalet gereklerini ve toplumun ve kişilerin adalet duygularını tatmin gereksinimini görmezlikten gelmesi demokratik toplumlarda mümkün değildir. En azından, görünüşte de olsa, hak arama olanaklarının ve adalet arayışının varlığını bireylere / topluma tanımak bir zorunluluktur.
Öte yandan; adalet arayışının sürdürülmesi, mevcut hak arama mekanizmalarından bu amaçla yararlanılması ve bu olanakların genişletilmesine çalışılması bir insanlık görevidir. İnsanlık tarihi boyunca üretilip hayata geçirilen değerler sistemi içerisinde hukukun önemli bir yer tutması bundandır. Hukuk, toplumsal yaşamın geldiği bu aşamada, artık, doğal bir toplumsal kültür öğesi olmuştur. Hatta toplumsal yaşamın üzerinde sürdürüldüğü bir zemin olma özelliği de hukuka aittir.
Hukuku değerli kılan da budur. Herkes için adaletin yerine getirilmesine hizmet ediyor olmasıdır.
Öyle ise, hukuku sadece egemen sınıfın oyuncağı gibi değerlendirmek, bir bakıma insanlığın mücadele azim ve kararlığını inkar etmek ve ulaştığı kazanımlarından vazgeçmek anlamındadır. Kaldı ki, hukuku araçsallaştırmak, egemen sınıfın dayatmalarını kabul anlamında, edilgen ve yazgıcı bir anlayışı yansıtır.
Kuşkusuz hukuk, tüm toplumsal sorunları çözen bir mekanizma olarak da görülemez, görülmemelidir. Bu nedenle hukuku fetişleştirmek en azından hukuku değersizleştirmek kadar yanlış bir tutumdur. Önemli olan hukukun kime hizmet ettiğinin farkında olmaktır.
"Yeni Yaklaşımlar" sitesinde buluşanlar için, "durduğunuz yer, gördüklerinizi belirler" sloganı, gördüklerimizin nereden baktığımıza bağlı olarak değişeceği gerçeği, hukuka bakışta bize yol gösterici olacaktır.
Bizler, adaletsizliği kaçınılmaz bir yazgı olarak değil, kabul edilmez bir sonuç olarak görüyoruz. Adaletsizlikler karşısında; özgürlük ve eşitliği aynı anda gerçekleştiren, toplumun ürettiği değer, olanak ve fırsatlardan herkesin hakça yararlandığı paylaşımcı, dayanışmacı bir toplumsal sistemi ve böyle bir düzenin üstün hukuk anlayışının savunucuları olmayı savlıyoruz.
Hukukun üstünlüğünün gerçekleşmesi için çaba göstermek, her hukukçunun doğal görevidir. Hukukun üstünlüğü kavramı; hukuksal değerlerin üretilmesi, üretilen hukuksal değerlerin kurallaştırılması ve kuralların uygulanmasının sağlanması süreciyle birlikte değerlendirilmelidir. Toplumsal sorumluluk taşıyan hukukçuların her üç aşamada da, kendilerini görevli kabul etmeleri gerekmektedir.
Yeni hukuksal değerlerin üretilmesinde, eskimiş anlayışların değişimi için verilecek mücadelede hukukçular hep öncü olmalıdırlar. Aynı şekilde, siyasal erkin kurallaştırma çalışmaları sırasında da hukukçular toplumsal güçleri harekete geçirerek kamuoyu baskısı yaratmalıdır.
Hukukun soyut bir kavram olmaktan çıkıp hayatın gerçekleriyle yüzleştiği asıl alan ise yargıdır. Oluşturulan kurallar burada teraziden geçmekte, adalet burada canlılığına kavuşmaktadır. Bu nedenle, yargı mekanizmasının gerek mahkemeler sistemi, gerekse yargı dışı kurumlar aracılığıyla adil şekilde işletilmesi talebi, bizlerle birlikte yola çıkanların temel hedefi olacaktır.
Sonuç olarak hukuk, nereden baktığımıza bağlı olarak, ister değerler sistemi olarak görülsün, isterse iktidarın baskı aracı olarak değerlendirilsin bireysel ve toplumsal yaşantımız bakımından büyük önem taşımaktadır. Olaylara ve sorunlara toplumcu bir anlayış ve bilinçle bakan bizler, hukuka bu bakış açımızla değer katıp onu mücadelemizin zemini olarak kullanacağız.
Bu mücadelenin verimli ve anlamlı bir sonuç doğurabilmesi için hukukun üstünlüğünün her üç aşamasında da, demokratik bir ortamın ve örgütlü toplumun varlığı şarttır. Hak ve adalet kavramları ancak böyle bir ortamda hayat bulabilir.